24 Ocak 2017 Salı

İyilik Ajandası

2017 için şöyle güzel mi güzel bir ajanda almak istiyordum. Bunun için birkaç kırtasiyeye gittim; fakat istediğim gibi bir şey bulamadım.  Kitap fuarında gezerken birden gözüme bir ajanda yazısı ilişti. “Aa kitap fuarına ajanda mı getirmişler” diyerek kendimi standın önünde buldum. Baktım ki kapağı çok güzel bir ajanda. “Aradığımı buldum galiba” dedim ve bir heyecanla kapağını açtım. Bir defter zannettiğim ajanda aslında bir kitaptı. Aslında kitap da değil, hem defter hem kitap. Daha doğrusu, kitap görünümlü bir ajanda:) Ancak sayfaları boş değil. Peki, sayfalarında ne mi var? Yılın ilk gününden son gününe kadar her gün için bir iyilik önerisi. Mesela bugünün sayfasında, yani 24 Ocak için olan sayfada “Cep Telefonu Kapı Dışarı” önerisi var. “Bugün, cep telefonunu hiç olmazsa gece uyurken -alarm için bile olsa- yanınıza almayın” diyor. Bu da iyilik mi şimdi, demeyin. Bazen farkında olarak ya da olmayarak kendine de kötülük yapar insan. Cep telefonlarını o kadar sık kullanıyoruz ki sürekli radyasyona maruz kalıyoruz. Bu şekilde aslında en büyük kötülüğü kendimize yapıyoruz.
      Merak edenler için iyilik ajandası Erdem Yayınlarından çıkmış. Yazarları Ayşe Ünsal ve Cihat Albayrak güzel bir fikirle başladıkları ajandalarını belli ki büyük bir emek harcayarak oluşturmuşlar ve “İyiliğiniz bol olsun" diyerek tamamlamışlar.
Günlük notlar almak için istediğim ajandayı bulamadım; ama kitap görünümlü bir ajandam oldu. İçindekilerin hepsini yapmam mümkün görünmese de en azından daha önce düşünüp ertelediğim bazı şeyleri ya da yeni ve ilginç bulduğum önerileri uygulamak istiyorum bu sene. Düşünüyorum da etrafımızdaki insanlara, ailemize, hayvanlara, doğaya hatta kendimize yapabileceğimiz o kadar çok iyilik var ki.  
Ajandanın ilk sayfasında Sezai Karakoç’a ait bir söz var: “Kötülükleri tamamen bitiremeyiz; ama iyilikleri çoğaltabiliriz”. Güzel dostlar! Hayat kısa. Ertelemeyin iyiliklerinizi. İyi kalın, iyilikle kalın.


17 Ocak 2017 Salı

Kitap Aşkı

Hafta sonu kitap fuarına gittik. O kadar kalabalıktı ki iğne atsan yere düşmez sözü tam da bu durumu anlatıyor desem yeridir. Arabadan inip yürüsek acaba daha mı çabuk gideriz diye bile düşündük. Dışarıda uzun bir kuyruk vardı. Genç, yaşlı, hamile, çocuk demeden gelmiş insanlar. Üstelik hava da o kadar güzeldi ki. Tam dışarıda gezilecek hava. Ama insanlar kitap fuarına gelmeyi tercih etmişti. Valla mutlu oldum bu durumdan. Ama bir dakika ya hani biz kitap okumayı sevmeyen bir millettik. Araştırmalara göre haberlerde, gazetelerde Türkiye’de insanlar kitap okumuyor demiyorlar mıydı? Buna göre bir terslik olmalıydı değil mi? Ya da insanlar bir hevesle kitap alıyorlar ama sonrasında okumuyor olabilirler miydi? Yoksa içimizde bir kitap aşkı var mıydı sahiden? İşte zihnimde bu sorularla bütün bu soruların cevaplarını düşünerek içeri girdik.
Bu sene de kitap fuarında çocuklara çalıştık. Onlar için çok güzel kitaplar aldık. Hatta yazarlarına imzalattık hatırası olsun diye. Aslında amacım çocuklara kitapları ve okumayı sevdirmek. Her kitabın bir emeğin ürünü olduğunu hissettirmek ve onlara örnek olmak. Şimdilik etkisinin olduğunu da gözlemliyorum. Umarım böyle devam eder. Biz senelik bir hedef belirliyoruz çocuklar için ve kitap sayısını da ona göre alıyoruz. Bu sene geçen seneye göre hedefimizi arttırdık. Okudukça kitapların yorumlarını buradan paylaşacağım.
Fuardan sonra ne mi yaptım? Aklıma gelen o soruların cevaplarını bulabilmek adına biraz araştırma yaptım. 2016 sonuçlarına göre Türkiye, dünyada kitap okuma oranları bakımından 11. sıradaymış. PISA sonuçlarına göre ise 70 ülke içinde okumada 49. sırada yer alıyor. Bu arada PISA hakkında ufak bir bilgi vermek gerekirse PISA olarak kısaltılan Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) tarafından 1997'de geliştirilen bir uygulama. Her üç yılda bir uluslararası çapta 15 yaşındaki öğrencilerin başarısını sınayan bu uygulamanın amacı dünyada okul çocuklarının başarısını karşılaştırmak ve test etmek. Yani bilimsel verilere göre ortada çok da parlak bir tablo yok. Fakat görüntüde de bir kitap sevgisi var.

Peki siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Acaba biz kitapları bir hevesle alıp sonrasında “nasıl olsa sonra okurum” diye bir köşede bekletiyor muyuz? Yoksa içimizde bir okuma aşkı var da harekete mi geçiremiyoruz? 

12 Ocak 2017 Perşembe

Dedemin Bakkalı

     Uzun zamandır almak istediğim Şermin Çarkacı'nın son kitabı Dedemin Bakkalına hafta sonu kavuştuk. Taze kitap yayıncılıktan çıkan kitap 9-40 yaşına hitap ediyor. Evet, yanlış okumadınız. 9-40 yaş. Hatta kitabın üstünde “9-40 yaş. 40'tan sonra yakın gözlüğü gerekebilir” yazıyor.
Kitabın kahramanı yenilikçi, ileri görüşlü ve hayal gücü geniş bir kız çocuğu. Her şey, yetişkinlerin sürekli sorduğu, çocukların ise duymaktan bıktığı “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna cevap ararken dedesinin mesleği olan köy bakkalı olmaya karar vermesiyle başlıyor. Bu küçük bakkal çırağının tek amacı, çok para kazanmak ve bakkalı büyütmek. Bunun için çok orijinal, harika yeni fikirler üretiyor; ancak her seferinde bu yenilikçi düşünceler yetişkinlerin kalıplaşmış standartlarında eriyip gidiyor. Üstelik etrafındakilerin “Evladım sen niye böylesin? Sen kime çektin?” şikâyetleri de cabası oluyor. Sonunda ne mi oluyor? Yazarsam kitabın sihri kaybolur:)
Hem çocukların hem yetişkinlerin dünyasından bir şeyler bulacaksınız kitapta. Bu kitabı çocuklarla aynı anda, her sayfasını birlikte okuduk ve bir saatte bitirdik. Bazı bölümlerde sesli güldük. Gıcır Şükriye bölümüneyse bayıldık. Yani hiç düşünmeyin alın, okuyun bu kitabı. Yüzünüzde tebessümle ve keyifle okuyacağınızdan eminiz. Okuduktan sonra yorumlarınızı paylaşmayı da unutmayın olur mu? Haydi kalın sağlıcakla.

7 Ocak 2017 Cumartesi

Babalar ve Çocuklar

Eskiden çocuk yetiştirmenin bu kadar zor olduğunu düşünmüyordum. Yani “bir çocuk çok çok annesine babasına çeker canım. Nasıl olsa istediğim gibi yetiştiririm çocuğumu” diye düşünüyordum.  Meğer iş başa düşünce hiç de düşünüldüğü kadar kolay değilmiş.  Çünkü bu çocuk sadece seni görmüyor. Tamam, senin bir parçan, genetik özelliklerini taşıyor; ama sadece seninle etkileşimde değil. Bir baba, kardeş, akrabalar, arkadaşlar, öğretmenler, hepsinin çocuğun kişiliğinin şekillenmesinde payı oluyor. Tabi yine de en çok anne ve babanın.
         Bizim toplumumuzda nedense hep anne iyi olursa çocuk iyi yetişir gibi bir algı var.  Evet, anne çok önemli çocuğun yetişmesinde ama anne kadar babanın da bir fonksiyonu yok mu? Ya da sadece annenin çocuklarıyla ilgilenmesi yeterli mi? Bir tanıdığım babasının hayatta olduğunu; ama kendisini yetim gibi hissettiğini söylemişti.  Sebebini sorduğumda babasının ilgisiz bir baba olduğunu, çocukluğunda babasına dair hiç bir hatırası olmadığını söylemişti. Düşünüyorum da belki de etrafımızda babası olup da babasız olan ne kadar fazla çocuk var kim bilir. Yani bir yanı hep eksik kalan çocuklar...
Ben genellikle çocuk eğitimiyle ilgili kitaplar okumaya gayret ederim. Okuduğum kitapların birçoğunda, çocuğun sevgi ve merhamet duygusunu annesinden; kendine güven duygusunu ise babasından aldığına dair bilgiler var. Yani bir çocukta kendine güven duygusu varsa bunda babanın rolü çok büyük. Ayrıca anne ve babanın çocuk üzerinde dengeli bir etkisinin olması, babanın da en az anne kadar çocuğuyla kaliteli vakit geçirmesi, çocuğun yetişmesinde çok önemli.
         Bu arada bu yazıyı hazırlarken “Anne- çocuk blogları var da, acaba babalara ait bloglar da var mı?” diye düşünmeden edemedim ve araştırdım. Gördüm ki baba-çocuk blogları da varmış. Hem de beklediğimden daha fazla. Şahsen mutlu oldumJ

Neticede iyi bir toplum için iyi bireyler yetişmesi gerekiyor. İyi bireylerin yetişmesi için de iyi bir aile. Peki ya siz ailede babanın rolü ve çocuklar üzerinde babanın etkisi konusunda ne düşünüyorsunuz?

1 Ocak 2017 Pazar

YENİ BİR YILA GİRERKEN

2016 benim için unutulmaz bir yıl oldu. Bu cümleyi okuyunca iyi bir yıl oldu sandın belki. Ama hayır. Sandığın gibi değil. Hayatta çok güzel ve mutlu anlar unutulmadığı gibi acılar ve mutsuz anlar da unutulmuyor inan. 2016 zorluklar, sıkıntılar, hastalıklar, şanssızlıklar, üzüntüler ve gözyaşlarıyla geçti benim için. Bir dönüm noktasıydı. Dibe çöktüğüm sıfırlandığım bir yıldı. Ama alacak nefesin varsa eğer, hayat devam ediyor. işte bu noktada umudun, inancın, sevdiklerin yaralarını sarmak, ayağa kalkmak, toparlanmak için hayata bağlanmana yardım ediyor.
Ben her yeni yıla girerken hüznü, sevinci ve umudu birlikte yaşarım. Çünkü geçen her seneyi ömrümüzden kopan bir sayfa gibi ve yeni gelen yılı bize verilen ikinci bir şans gibi düşünürüm. Biten her sene için “bu seneden neler öğrendim” diye muhasebe yaparım. Amaçlarıma ulaştım mı, neler öğrendim, karşıma çıkan fırsatları değerlendirdim mi diye. Ben kendi adıma bu seneden neler mi öğrendim yazayım bak.
İnsanların çıkarları uğruna ne kadar kötü olabildiklerini
Tam artık insan sarrafı oldum derken yanılabileceğimi
İnsan ilişkilerinde mesafenin ne kadar gerekli olduğunu
Sabrın çok zor ama sonunun selamet olduğunu
Giden zamanın asla geri gelmediğini
Çocuklara dair anılar biriktirmenin ne kadar  önemli olduğunu
Anı yaşamayı
Hayatın bir umut olduğunu
Peki, siz neler öğrendiniz 2016’dan? Yazarsanız unuttuğum şeyler varsa eklerim sayenizde ya da hatırlamak isterseniz açıp okursunuz belki.

İnşallah 2017 hepimiz için iyiliklerin, güzelliklerin yaşandığı, çocukların güldüğü, huzurlu, başarılı, sağlıklı, mutlu bir sene olsun.

Yeni Bir Yaş


Ah zaman, ne kadar hızlısın! Kemal ve Cemal’in doğdukları gün, daha dün gibi. Erken doğdukları için o kadar küçüklerdi ki “Büyüdüklerini görebilecek miyim acaba?” derdim.  Büyüdüler bile! On sene geçmiş, dile kolay.  Büyümelerini görme şansım olduğu için, Allah bana nasip ettiği için bin şükür. Her yeni yaşlarında geçen senelere şükrediyorum; ama keşke bu yaşlarını daha dolu dolu yaşasaydık; şunları da yapsaydık, bunları da yapsaydık demekten de kendimi alamıyorum bir türlü.
            Annelik, çok garip bir duygu. Ne kadar kırılsan da, kızsan da, üzülsen de, yorulsan da vazgeçmemek. Sevmek ölesiye. Bir gülüşüyle hayat bulmak. Göğüslemek dünyayı. Tarifi yok. Aşktan öte.
Hani hamilelere derler ya “iki canlı” diye.  Gerçi, ikiz çocuklarda durum üç canlıya çıkıyor da. J Bu 2-3 can olma hali, çocuklar doğduktan sonra da devam ediyor, biliyor musun. Birine bir şey olsa, senin canın yanıyor çünkü.  Aç kalsa, boğazından bir şey geçmiyor, sen de aç kalıyorsun.  Ağlasa, yüreğin sızlıyor.  Yani, göğsünde birden fazla kalp çarpıyor.  Canında birden fazla can taşıyorsun.  
Kemal ve Cemal, belki bir gün burada yazdıklarımı okur. “Söz uçar, yazı kalır” derler. Bu yüzden, onlara yüz yüze, sarılarak söylediklerimi şimdi buraya da yazmak istiyorum.

“Canlarım! Düştüğümde ayağa kalkmak için sebebim; umutsuzluğa kapıldığımda umudumsunuz. Gözbebeğim, iki gözüm, can özüm, ağrı kesicim, huzurumsunuz. Sizinle yenilendim, sizinle zenginleştim, sizinle öğrenmeye devam ediyorum. İyi ki varsınız. İyi ki hayatımdasınız. Cansınız, canımsınız. İnşallah daha nice yeni yaşlar kutlarız birlikte. İnşallah nice güzel günlerimiz olur beraber. Sizi çok seviyorum. Bilin ki canımda cansınız.”